HAKKIMDA

21 Ocak 2015 Çarşamba

Tüm Yalnız Kitap Kahramanlarını Kucaklıyorum

…Şimdiyse suçluluk duygusunun hiçbir nedeni olmadığını düşünüyorum. Bazıları doğarken suçluluk duygularıyla doğuyor. Bazılarının payına ise bu duygudan hiçbir şey düşmüyor. Doğuştan suçluluk duygusu edinemeyenlerin tek korkusu var: Cemaatten ayrı düşmek. Bunun için herkes gibi düşünüp herkes gibi yaşamak yeter. Suçluluk duygularıyla doğanlar ise işlemedikleri suçlarla da dertlenir, yalnız yaşar, yeraltından ve romanlardan hoşlanırlar. Sonunda onların asıl suçu, duydukları bu suçluluk duygusu olur. ”Allah’ım ben bunu niye yaptım!” demeye başladığımız zaman , daha yalnız ve daha zengin bir ruhsal hayat bizi bekler. Tasavvuf ya da Dostoyevski ile biraz ilgilenenler derin ve zengin kişiliğin ”Suçluyum” demekle kurulacağını bilirler…

Beni alıp öyle yerlere bırakıyor ki Orhan Pamuk; kararlılıkla açıklanmaya başlanan zorlu bir gerçeğin boğaza kelimelerin düğümlenmesiyle hık diye kesiliği o anlardaki gibi kalakalıyorum. Alım mora dönüyor, dermanım kesiliyor büsbütün. Ahh ne iyi! ”Ben bir Ayten’dir tutturmuşum, ah ne iyi!” diyen Ayten şairi geliyor aklıma. Ben bir suçluluktur tutturmuşum… Müebbet yiyen tüm mahkumların suçunu üstleniyorum. ”Şefkatimiz katilimiz oluyor” diyor Can Dündar, buna katılmıyorum. Boşluğa efsun bırakıyorum. Kendi kendimi deşmeyi seviyorum. Kendi kendimi kanatmayı…
Kürk Mantolu Madonna’nın Raif Efendi’sinin yalnızlığını duyuyorum, içi boşaltılmış, vakitsiz yalnızlığını.

Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı çıkıyor gizlendiği yerden, sinemadan yeni çıkmış, başlıyor dem tutmaya:
”Biliyorum sizi. Küçük sürtünmelerle yetinirsiniz. Büyüklerden korkarsınız. Akşamları elinizde paketlerle dönersiniz. Sizi bekleyenler vardır. Rahatsınız. Hem ne kolay hatırlıyorsunuz. İçinizde boşluklar yok. Neden ben sizin gibi olamıyorum? Bir ben miyim düşünen, bir ben miyim yalnız?..”
Sanki dermansızlıktan dizlerinin üzerine çökmüşte öyle soruyor gibi geliyor son soruyu.
İçimi oyuk oyuk oyuyor.
Çeviriyorum sayfayı.

SALATA


Uzun uzun hayrete düşmüş gözlerle izliyorum yabancısı olduğum o anları. Bakışlarım onlarda açıklama yapma ihtiyacı doğurmuş olacak:
'Aşığız, delice seviyoruz’’ diyorlar. Suratlarında övünç ifadesi.
 ''Salata yapıyorsunuz siz'' diyorum. Bu yaptığınız olsa olsa vasat bir salata olur; marulları pörsümüş, domatesleri hormonlu, lügatı bol yağlı bir salata.
Afrika’da Rendilli kabilesinin üyelerine derdimi Türkçe anlatmaya çalışıyormuşum gibi hissediyorum. Boş boş bakıyorlar suratıma. ‘’Ne diyor bu denyo’’ diyor adama kadın. Gülüyorlar. Salata yapmaya devam ediyorlar.
Yağ yerine göz kararından biraz fazla gurur akıtıyorlar.
Limon yerine çıkarlarını sıkıyorlar.
Limonun çekirdekleri gözden kaçıp, salatanın karmaşık döngüsüne karışıyor.
Her neyse deyip çareyi ayak uydurmakta buluyorum.Ben zaten çareyi hep size ayak uydurmakta buluyorum.
'Tuz' diyorum. 'Tuzu unuttunuz. Tuz salatanın canıdır. '
'Üç beyazdan uzak durmalı' diyorlar.
Yasaklara maruz kalmış hiçbir şeyin tadı olmaz.' diyorum. Henüz yaptıkları ölgün ve leş kokulu salatayı afiyetle yemeye devam ediyorlar.
Ara sıra yüzleri ekşiyor. Bunu limona bağlıyorlar.
Zaman zaman yüzleri acıyor, bunu parmakları arasından kaçıp önce salatayı sonra damaklarını mesken edinmiş limon çekirdeğine bağlıyorlar.

Aşk yapıyorum sanıyorlar.
Diyet salata yiyorlar.


Üzerine biraz beyin serpin o salatanın. Zira kullanmazsanız o da kokacak.
Hadi afiyetle.

Kar



Karanlık beni yazmaya çağırıyor. Bunca beklettikten sonra yağan kar, atkısını sıkı sıkı sarınmış, montuna sinmiş halleriyle acizliğini hatırlayan insan silüetleri. Caddenin heybeti, yan binadaki elinden sigarasını düşürmeyen düşünceli adam kim bilir neye içiyor şimdi?
Hayatın bitmeyen telaşı ve önünüze çıkıp duran engelleri yazmayı daha değerli kılıyor.  Kokusunu burnunuzda tüttürüyor kelimelerin ahenginin. Sizi bile şaşırtan öykü sonlarının özlemiyle dolaşıyorsunuz. Önünüze dikte edilen sistemin içinde boğuluyorsunuz kimi zaman. Kar yağıyor şimdi. Benim her tanesine ne anlamlar yüklediğimi bilmeden yağıyor kar. Hiçbirinin yeryüzüne inerken yaptığı manevraları kaçırmak istemiyorum. Ama mümkün olmuyor. Çayımın buharına fon yapıyor eşsiz kar taneleri. Mesela şu inen kar tanesi hırçın yanıma ne çok benziyor. Ezip geçesi var parazit yapan tüm kar tanelerini. Engellerden nefret edercesine aceleci, öfkeli. Kim bilir neye bu kadar öfkesi?
Penceremin önünde ekmek kırıntılarını yiyen güvercinin tepesine kondu şimdi, bir başka kar tanesi. Merhametimi hatırlatıyor bana, fedakarlıksever oluşumu. Ve bu yüzden kendimi hep ihmal etmelerimi. Konduğu güvercinin yüreğini okşayıp ısıttığı besbelli. Kim bilir kim buz tutturdu onun yüreğini?
Şu ağacın dalları arasından süzülene bak şimdi. Hemen göze çarpıyor bak. Dudaklarında şarkı, diğer kar tanelerinin elinden tutup dans etmek istercesine coşkulu kendisi. İçimdeki müthiş yaşam sevincini hatırlatıyor bana. Seriyor gözlerimin önüne Tanrı beni. Bir başka varlık içinde bir başka suretle… Ahh! Minik kar tanesi tam da elinden tutup dans etmek istediklerin alırsa içinden yaşama sevincini şaşırma e mi? Şaşırma narin Berfu’m. Manzaraya dalmışken gözüme ilişen kar tanesinin üstünde dinlediğim şiire kulak kesiliyorum şimdi: ” Bu bahar hazır, akılsız bir yeşermenin şahane hasadına, hazır nurtopu gibi bir yaşama sevincini kucaklamaya.” Senin anlamın bu olsun minik Berfu, şiir ol sen ölümsüz ol.
Çayımı yudumluyorum şimdi afiyetle. Ama ona anlamlar yüklemek istemiyorum. Kar tanelerinin kaderini yaşatmak istemiyorum ona. Nedensiz olsun istiyorum çayı içişim. Nedensiz olsun onu sevişim. Anlamlara boğup sırtına ağır yükler bindirmek istemiyorum. Bana neleri hatırlattığını bilsin istemiyorum. Boğazımdan inerken nereleri acıtıp nereleri ısıttığını bildirmek istemiyorum ona. Hay aksi! Resmen bildiriyorum.
 Yeşil pencereleri olduğu için mutlu görünen evin önündeki ağaç dallarının karışıklığının aslında o evin yaşam kargaşasını aksettirdiğini bilme sen. Bacası üten, sobasında kestane közlenen, sıcacık muhabbetlerin çevrildiği haneler hala var sen sen, bilme. Yıllardır seni dert ortağı bilmişler, demini yudumlayıp karşılığında dertlerini akıtmışlar sana. Ahh ne fena! Gel bir güzellik yapayım ben, hiçbir derdimi bilme. Anlatıp sıkmayayım içini gel. Gel tıngırı yolunda bir hayat sürüyorum san sen. Zaten hep öyle sanmıyorlar mı?
 Tahammülsüz olduğum şeyleri, kimseleri bilme. Her insanda sevilecek bir parça bulduğumu, yalnızca sürekli hayıflanan ve olumsuz düşünen insanlarda sevgi parçacığı bulamayışımı bilme. En çok da bu minvaldeki insanların ruhlarından kaçmak isteyişimi, beni hayattan nasıl soğuttuklarını bilme. Sıkmak istemem seni sıkıcı insan manzaralarıyla. Sana sadece çay muamelesi yapayım gel. Kanıma girip bela alma başına. Yaşamak istediğim hayatın bir binadan çıkıp ötekine girmek olmadığını ve bu sirkülasyonda savrulmanın ruhumu ne kadar acıttığını bilme. Bir sabah karavanda uyanmak isteyişimi bilme, gündoğumunda güneşi karşıma alıp elime yüzüme bulaştıra bulaştıra resim fırçalamak isteyişimi bilme. Duyarsan gülme bana. Gittiğimiz kampta ikimizin de sesinin güzel olmayışına aldırmadan sevdiğim adamla şarkı söylemek istemelerimi bilme. Ağaç liflerinden ağ, etraftan bulduğumuz dikenlerden de kanca yapıp balık tutmak istemelerimi bilme. Rezilce bu. ” Bu kadar uğraşmaya ne hacet olta varken.” diyip sıkma canımı. Hatırlatma bana her şeyde mantık arayan insan evlatlarını! Açtırma benim bayramlık ağzımı kederli çay, ne güzel demleniyoruz şurada. Gardını kuşandığı için güçlü görünen insanların aslında senden benden zayıf oluşunu bilme. Geceleri yastığa kapanıp ağlamalarını, bir şarkıyla uzaklara gidip dönemediklerini bilme. Kanıma girme kederli çay. Beni benden alma. O’ndan beni al, bana getir. Yeni ufukların yolunu göster bana; hiç halim yok benim… 
Seni hep birbirlerine ısmarladılar. Sahi bir şey ısmarlayan olmadı mı sana hiç? Gel ben sana bir şiir ısmarlayayım. Senin dumanında kayboldular hep, gel sen bu şiirin dizelerinde kaybol. Bana da bakma, pundunu bulursan derdini de aç. Sarar seni dinler usulca. Hadi bu iyiliğimi de unutma.
Okuyucusuna muhabbetle

Huzur?evi ziyareti


” Kendi evin gibi olmuyor kızım, ağırlayamadım sizi; şekerim, kolonyam yok; kusura bakmayın.” Huzurevindeki Hikmet Teyzenin titreyen dudaklarından süzülen, içinde aradığım her şeyi bulduğum ansiklopedi minvalinde bir söz bu. Yaşamdan çıkarmam gereken tüm dersleri buket yapıp elime tutuşturuyor Hikmet Teyze. Hazıra konuyorum biraz. Ama ne hazır! Dumura uğradığın, birisi çıksın ve hepsi sadece bir şakaydı desin istediğin anlar vardır. Kimse çıkmaz. Kimse de yerin dibine batıp çıkan duygularının elinden tutmaz. Her şey lök gibi ortadadır o anlarda.
'Teyzecim halin vaktin nicedir?' diyorum.' İyiyim kızım çok şükür, sabahları tansiyonum düşüyor sadece, iyiyim.' diyor. Beyninde ur varmış. Ve bu yüzden sol eli zangır zangır titriyor. Buna rağmen 'iyiyim, çok şükür'.
 Konuyu değiştirmek istiyor. ‘Dolabımda kola, bisküvi var durun ikram edeyim’ diyor. Dolabının kilidi kaybolmuş. ‘Yine çalınmış kuzularım’ diye dönüyor. O özürleniyor. Ben mahvoluyorum.
 Arkadaşlarının yanına götürmek istiyor bizi.’Bak kızlarım ziyarete gelmiş bana’ diye sevinçle açıyor her kapıyı. Ellerini öpüp bayramlarını kutluyoruz, şeker tutuyoruz. Kimisi şeker hastası olduğundan bakıcıları müdahale ediyor. Eriyorum o anlarda.
 Kat aralarına fileler çekilmiş boydan boya. Balkonlar desen, orası da öyle. Üç katlı bir bina ve içinde terkedilmiş yaşamların bulunduğu odalar. Kimisi on yıldır orada, kimisi on sekiz yıldır. Dile kolay, on sekiz yıl.
Tek tek inceliyorum, gözlerimle ameliyat yapıyorum. Gözlerinde bir parça umut ışığı bulamıyorum. Hayata dair hiçbir umutları kalmamış. Nasıl kalsın ki? Eğer yaşlandıysa bir insan tüm umutlarını, hayallerini çocukları ve torunları oluşturur. Ya onlar da yoksa? Huzurevi denen gerçekle baş başa işte. Huzur bunun neresindeyse.

YALNIZLIK

21.yy’lılar yalnızlığı bir kadın ya da erkek yokluğu olarak tanımlarlar.
Nasıl kederlenirim buna bilmelisiniz.
Yalnızlık
Hiç istemem üstünkörü düşünülsün
Hiç istemem hafife alınsın.
Yalnızlık deyince;
Bir aşkın kalbi terk etme süresi kadar düşünülsün isterim.
Ruh yalnızlığı, fikir yalnızlığı, düş yalnızlığı, öteki yalnızlık, beriki yalnızlık.
Saymakla bitmez yalnızlık
Dinmez insanlar arttıkça
İnsanlar tanıdım.
Hiçbiri köhne yalnızlığımı dindirebilmeyi iyimser bir öyküden daha iyi beceremediler.
Edebiyat olsun diye söylemiyorum
İnanmalısınız
Şairinden çok şiirleriyle anlaşmam, kelimeleri bunca sevmem tuhaf değil mi?
Değil.
Turuncu saksılı akşamsefası gibi, kül rengi bir kedi yavrusu gibi soluk alır bir şiir.
Yaşatmayı hepimizden çok becerir.
Kolay değil;
Ama kolayı da sevdiğimiz yok.

9 Kasım 2014 Pazar

'



 ''PEK YAKINDA''

 Senaryosunu Cem Yılmaz'ın yazdığı ve yönettiği Pek Yakında filmini çekilmeye başladığından beri merakla bekliyordum. Bu merakın oluşmasının en büyük aktörü de Cem Yılmaz'ın film çekimlerine başlamasıyla eş zamanlı olarak İnstagram'da hesap açması ve hatırı sayılır miktarda Pek Yakında filmi ile ilgili gelişmeleri kendi üslubuyla takipçileriyle paylaşması oldu. Paylaşımlar çok ilgi gördü. Cem Yılmaz belki de teaser çalışmasının bir bölümü İnstagram üzerinden başarıyla gerçekleştirdi diyebiliriz.

  Film, hayatını korsan DVD satarak kazanan Zafer karakteri etrafında dönüyor. Zafer yasa dışı işlerle uğraşan, başı beladan kurtulmayan ve bu yüzden karısıyla boşanma raddesine gelmiş bir adam. Karısının boşanma kararı almasıyla Zafer değişmeye karar verir. Usülsüz tüm işleri bırakıp film çekmek ister. 1970 yılından beri çekilmeyi bekleyen fantastik fim ''Kötülüğün Sonu-Şahikalar'' filmini figüranlık yaptığı dönemdeki arkadaşlarıyla birlikte çekmeye başlarlar. Ve Zafer'i film çekimleriyle beraber duygusal  ve komik bir macera bekler.

Cem Yılmaz bu filmiyle AROG, GORA gibi fantastik komedi filmlerinden sıyrılıp çok sevdiğim ''Her Şey Çok Güzel Olacak'' filmindeki gibi komedi ve dramı birada ele alıyor.  Her Şey Çok Güzel Olacak'taki Altan karakterine çok benziyordu Zafer. Her ikisi de biraz haylaz, evliliği beceremeyen ama karısını seven, iyi kalpli, munzur, hayalperest karakterlerdi. Beni içine almasının en büyük etkenlerinden biriydi diyebilirim. Bir de Mazhar Alanson'un yer aldığı kısa bir sahnede Her Şey Çok Güzel Olacak filmindeki unutulmaz ''Bilemiyorum Altan'' repliğine telmih yapmasıyla yeşilçam filmlerinin yanında sevilen filmine de selam çakmadan geçmedi Cem Yılmaz.


 Nurgül Yeşilçay, Mazhar Alanson gibi konuk oyuncuların bulunduğu filmde beni en çok etkileyen konuk oyuncu Sunay Akın oldu. Oğlunu Oyuncak Müzesi'ne götüren Zafer orada aynı zamanda müzenin kurucusu Sunay Akın'la karşılaştı ve Sunay Abi o güzel üslubuyla Attila İlhan ile ilgili anektotunu paylaştı. Oyuncak Müzesini gezmiş, hayran kalmış ve Sunay Akın'ı da seven biri olarak bu ayrıntı beni kalbimden vurdu diyebilirim.

Merakla beklediğim filmi vizyona girişinin ikinci gününde böylelikle seyretmiş oldum. Ve film boyunca simidi bitmesin diye yavaş yavaş yiyen Kemal Sunal gibi bitecek endişesiyle seve seve izledim. Eğer Cem Yılmaz olmasından mütevellit yüksek bir ''karnını ağrıtana kadar güldüren komedi filmi'' beklentiniz yoksa beğeneceğiniz bir film olmuş, tavsiye ederim.

 Şimdi gelelim sayfama Bunlar Hep PR ismini vermeme sebep olan filmdeki o repliğe ve yansıtılan PR algısına...

  Öncelikle filmde yalnızca PR mesleğine değil İletişim'in her alanını yakından ilgilendiren enstantaneler var. Reklamcılık alanında sıklıkla kullanılan ürün yerleştirmeler (pepsi,fruko,yedigün,turkcell) yer alıyor, Cem Yılmaz ürün yerleştirmeyi yaptığı ironik esprilerle eleştirir gibi yaparken güzel yerleştiriyor.

  Bir diğer iletişim dalından dikkat çeken ve bizi ilgilendiren enstantane ise, karakterlerden birinin PR olması ve bir oyuncunun imajının toplum önünde zedelenmesi için ona başvurulması. PR olarak görevlendirilen kişi meşhur oyuncuya çeşitli tuzaklar kuruyor ve onu itibarsızlaştırıyor. Zafer karakteri de birçok yerde munzur bir şekilde ''bunlar hep PR'' diyor.
 
Cem Yılmaz PR mesleğini ele alış biçimiyle mesleği itibarsızlaştırdığıyla eleştirilse de ben pek öyle düşünmüyorum açıkçası. Şu bir gerçek ki, PR'lar itibarı güçlendirmeye dayalı birçok çalışma yaptığı gibi itibarı düşürmeye dayalı da çalışma yapmaktadırlar. Bu tamamen PR'ın etik ve ahlak anlayışıyla ilgili. Ayrıca yalnızca PR mesleğinde değil tüm mesleklerde bu var. Bir trafik polisinin rüşvet aldığı bir sahnenin çekilmesi tüm trafik polislerinin rüşvet aldığı anlamına gelmediği gibi itibarsızlaştırma çalışması yapan bir PR sahnesinin çekilmesi de tüm PR ları yalnızca itibarsizlaştırmaya dayalı çalışma yapan hain bir meslek yapmaz. Meslek hassasiyetine kapılıp savunmaya geçmenin yersiz olduğunu düşünüyorum.

 ''Thank you for smoking'' filminden hafızama kazınan, ''bu mesleği başarıyla yapmak istiyorsan gevşek bir ahlak anlayışına sahip olmalısın'' repliği geliyor aklıma. Katılırız ya da katılmayız böyle bir bakış açısı var ve görüldüğü üzere yaygın bir durumda.